160322100716_1_540x360


Kaliforniya Üniversitesi’nden(UC Davis) araştırmacılar, Amerika’dan spor takımlarından, tarihi anıtlardan, müzelerden,uzay araçlarından ve okullardan mikroplar toplayarak, Uluslararası Uzay İstasyonu’na (ISS) yolladılar. Ulus çapında bir işbirliği ile toplanan mikroplar MERCCURI Projesi’nde uzay istasyonunda yetiştirilerek deneye tabi tutuldu. Çoğu mikrop Dünya’dakine benzer şekilde ürerken, bir bakteri (Bacillus safensis) uzayda daha iyi üredi. UC Davis ve Science Cheerleader gibi birkaç organizasyon birleşerek bu Proje MERCCURI’yi gerçekleştirdi. Toplanan numuneler sayesinde Uluslararası Uzay İstasyonu’nda yapılan bu deneyler mikrobiyoloji üzerine çalışanlar için büyük bir fırsat sağlıyor. Projede hem uzay istasyonundaki astronotlar tarafından uzay istasyonundan numuneler toplandı hem de dünyadaki cep telefonları ve ayakkabılar gibi pek çok yüzeyden numune alındı . Uluslararası uzay istasyonunda yetiştirilen 48 çevresel bakteriyi içeren çalışma 22 Mart’ta PeerJ’de yayınlandı. Araştırmacılar toplanan çoğu bakterinin normalde Uluslararası Uzay İstasyonu’nda da bulunduğu ve büyük çoğunluğunun benzer şekilde davrandığını belirttiler. Fakat sadece Bacillus safensis adı verilen bakteri, 2004 yılında Mars Exploration Rover’dan (Mars Keşif Arabası) alınmıştı ve uzayda dünyada olduğundan % 60 daha iyi ürüyor, fakat halen nedeni bilinmiyor. Geçenlerde bakterinin genom dizilimi belirlendi, bu sayede bakterinin uzayda neden daha farklı davrandığına dair ipuçları belirlenebilir. “ Pek çok insan neden uzaya mikrop gönderdiğimizi soruyor. Mikropların mikroyerçekimi ortamında nasıl davrandığını öğrenmek özellikle gelecekte planlanan uzun süreli uzay yolculukları açısından çok önemli.  Ayrıca bu mikropların dünyadaki ortamlarda nasıl davrandığına ilişkin yeni bakış açıları sağlamak istiyoruz,” diyor Kaliforniya Üniversitesi’nden mikrobiyolog Dr. David Coil . Ayrıca bu sayede kamunun dikkati çekilerek insanları araştırmaya teşvik etmek sağlanmak isteniyor. Böylece yetişkinler kadar gençlerin de bilimin içinde yer almaları sağlanıyor.


Kaynak : https://www.sciencedaily.com/releases/2016/03/160322100716.htm



Uzayda %60 Daha Fazla Üreyen Bakteri

image


Duke Üniversitesi Sağlık Fakültesi’nden  nöro bilimciler, primatlara düşünce gücüyle robotik tekerlekli sandalyeyi yönlendirmeye yarayan beyin-makine arayüzü (BMI- brain-machine interface) geliştirdiler. Beyin-makine arayüzü maymun beyninin her iki lobundan gelen yüzlerce nöron sinyalinin kaydını kullanarak hareket duyuları işliyor. Örneğin hayvan bir kase üzüme erişmek için beyin aktivitesini eş zamanlı çevirerek tekerlekli sandalyeyi yönlendiriyor. 3 Mart’ta Scientific Reports’da tanımlanan bu ara yüz ALS ve tetrapleji hastalarında kas kontrolü ve mobiliteyi sağlama potansiyeli gösteriyor. “Bazı engelli hastalarda göz kırpmak bile mümkün değil. EEG kullanan cihazlar ya da tekerlekli sandalyeler yeterli olmayabilir. Araştırmamızda beyin içi implantlar kullanarak tekerlekli sandalyerlerin daha iyi kontrolü sağlanabilir, “diyor Duke Üniversitesi’nden Tıp doktoru Miguel Nicolelis . Deneylere 2012’de başlayan bilim insanları, saç inceliğinde yüzlerce mikro filamenti, iki rhesus makağınında beynin premotor ve somatosensori bölgelerini yerleştirdi. Sonrasında hayvanları hedeflerine(bir kase üzüm) ulaşmada pasif olarak eğitti. Bu eğitim fazında primatların büyük çaplı beyin frekanslarını kaydettiler. Sonra da bilgisayarları, beyin sinyallerini çevirecek şekilde programladı. Maymunlar düşünerek tekerlekli sandalyeyi hareket ettirebileceklerini öğrenince, üzümlere daha kolay ve hızlı bir şekilde yönlendiler. Duke ekibi beyin sinyallerine tekabül eden çevrim ve dönüş hareketleri incelediğinde maymunların kasedeki üzümlere erişmek için, mesafeyi düşünüp hesapladıklarını ortaya çıkardı. “Normalde bu çalışmanın başlangıcında olmayan bir sinyal, maymunlar görevi daha becerikli yapmaya başladı. Bu gerçekten bir sürpriz oldu, çünkü bu beynin cihaza uyum sağlamak için ne kadar büyük esneklik gösterdiğini görmüş olduk,” diyor Nicolelis. Denemelerde iki maymunda 300’er nöronun aktivitesi ölçüldü. Nicolelis laboratuvarı aynı teknikle bunun 2000 nörona kadar çıkartıldığını belirtti. Ekip şimdi daha fazla nöronal sinyali kaydederek doğruluğu ve uygunluğu arttırarak, implantı insanlarda kullanmanın yollarını arıyor.


Kaynak : http://www.newswise.com/articles/monkeys-drive-wheelchairs-using-only-their-thoughts



160321140040_1_540x360


Aralık ayında ATLAS ve CMS deneylerinden toplanan veriler eşliğinde , LHC yüksek enerjili çarpışmalarının ilk aylarında gizli bir pik keşfettiler. İki deneyde de iki fotona bozunan yeni dev bir parçacığa dair ilk ipuçları bulundu ve bu belki de tesadüfi bir dalgalanma olabilir. Fizikçiler şimdi La Thuile İtalya’daki Moriond konferasındaki gizemli çarpışmada da dahil olmak üzere son analizleri sundular. Dikkatli kontroller, çapraz taramalar hatta yeniden kontroller sonucunda bu pikin varlığı doğrulandı. “Verilerimizi yeniden kalibre ettik ve analizlerimizde iyileştirme yaptık. Bunlar şimdiye kadar elde edilmiş en rafine sonuçlar , fakat halen 2015’den beri topladığımız veriyle çalışıyoruz. Bu aşamada bir miktar daha veri elde edebilirsek, ilerleyen araştırmada önemli bir fark yaratabileceğiz, “ diyor Cornell Üniversitesi’nden Livia Soffi. CERN LHC fizikçileri evrendeki gizemleri araştırmak için 27 km uzunluğunda parçacık hızlandırıcı kullanıyorlar ki, bu dünyanın her yerinden bilgisayar ağları ile çalışan devasa bir çarpıştırıcı. Fakat bu kaynaklara rağmen potansiyel bir keşfe neden olabilecek ya da bozabilecek tek bir şey var istatistik. 2015’de LHC’den  bilim insanları 20 trilyon proton-proton çarpışması kaydettiler. Bu çarpışmalardan sadece birkaç on bininde eş zamanlı olarak yüksek enerji ve temiz foton çifti elde edilebilir. 1200 civarında foton çifti ,125 eV ‘luk birleştirilmiş enerjiye sahipti. Higgs bozonu bunların 100 civarı foton çiftinde gözlendi. Daha yüksek enerjilere çıkıldıkça, spektrum daha fazla dalgalanmaya başlıyor ve daha az çift  elde ediliyor. 750 GeV civarında ise bilim insanları bir düzine foton çifti elde etti ki, bu elle tutulur veri tahmin edilenden çok daha fazla. O halde bu ilaveten elle tutulur veri ya yeni parçacık bir parçacığın kanıtı ya da normal istatistiki bir dalgalanma özünde bir yazı tura atışı. “Fizikte bazen yüksek enerjilerde  böyle istatistiksel dalgalanmalar görüyoruz. İşte bu aşamada duyarlılık açısından uç bir noktadayız ya da daha fazla veri elde edene kadar kabul edilmeyebilir,” diyor Massachusetts Üniversitesi’nden doktora sonrası Massimiliano Bellomo. Sadece bir pik bir şey ifade etmiyor fakat birbirinden bağımsız deneylerde de aynı piki görmeyi başladıkça heyecan artacak . “Bu dalgalanmayı birinci turda CMS verisi üzerine doktora yaparken görmüştüm, fakat bunun bir şey ifade ettiğini düşünmemiştim. Şimdi CMS ve ATLAS aynı veriyi tekrar elde etti. Bu basitçe tesadüf olabilirdi. Fakat halen gözleniyor, orada bir şey olabilir,” diyor Livia Soffi. turda yapılan yeni analizlerde CMS % 20 daha fazla veri elde etti ve ikinci turda CMS magneti kapatılmıştı. Sonrasında parçacıkların enerjileri daha rafine kalibrasyonlarla kaydedildi. Analizdeki bu gelişmelerden sonra CMS halen gözleniyor ve hatta öncekinden biraz daha belirgin. Ayrıca ATLAS bilim insanları bu gizemli daha derinden araştırıyor. Bu hafta LHC’nin ilk turundan elde edilen verileri yeniden inceliyor. Bu pikin yeniden görülüp görülmeyeceğini araştırıyor. Bilim insanları iki bağımsız çalışma yürüterek, foton çiftlerini sınıflandırıp ayırmak için birbirinden biraz farklı bir metot kullanıyor. Analizlerin birinde bilim insanları 750 GeV’da yeniden küçük bir  foton çifti fazlalığı gördü. Diğer bir analizde ise tuhaf bir şey göremediler. Diğer bir araştırmada ise 2015’de 13TeV’ verinin analizinde pikin halen orda olduğu , fakat önemli olmadığı belirtildi. “Bu çizginin altında, bu nedenle daha fazla veri elde edene kadar tanımlayıcı bir şey söyleyemeyiz. Bu nedenle LHC geçen sene elde ettiği bu büyüklükteki veriyi kaydedip analiz etmeye odaklanmalıyız,” diyor ABD Enerji Bakanlığı Berkeley Laboratuvarı ve ATLAS konuşmacısı araştırmacı Beate Heinemann. Sınırlı veriye sahip olsak da fizikçiler, halen bu küçük sinyalin spekülasyonu büyüyor. En popüler ve yeni geliştirilen teori ise bu parçacığın Higgs bozonunun ağır kuzeni olabileceği… “ Higgs parçacığı kütlesini 125 GeV enerji seviyesinde keşfettik. Bu bozonu daha derinden inceledikçe, Higgs bozonunun daha muhtemel yüksek kütlelerde arıyoruz. Tek bozunma kanalında 750 GeV ‘daki bu fazlalık, eğer bu sinyal gerçek olduğunu göstermemiz gerekiyor. Şimdilik tek yapabileceğimiz hipotez kurmak ve speküle etmek,” diyor Johns Hopkins Üniversitesi’nden fizik profesörü Andrei Gritsan. Eğer bu pik yeni bir bozona ilişkin erken bir kanıtsa, teorisyenler bunun geniş parçacık çeşitlerine dönüşebileceğini sadece iki fotona dönüşmeyeceğini tahmin ediyorlar. Örneğin Higgs bozonunun ağır kuzeninin, 125 GeV ‘da Higgs parçacığı gibi bilindiği , Z bozonunun ve W bozonunun çiftlerine veya foton çiftlerine ayrılmasına benzer olduğu söylenebilir. Deneyciler geçenlerde Z ve W bozon çiftlerinin yaklaşık aynı enerjiye sahip olduğunu belirtti. Bunun için binlerce bilgisayar simülasyonu çalıştırıldı. “750 GeV’da henüz varsayılmamış , daha fazla çifte dair kanıtların bulunması heyecan verici olacak. Sonraki soru ise diğer gözlemlerin nasıl ilişkilendirilebilecekleri olacaktır,” diyor fizik profesörü Jim Olsen. Bütün analizleri gerçekleştirdikten sonra bilim insanları diğer kanallarda bir şeyin gözlenmediğini söylüyorlar. Ayrıca bilim insanları Z bozonlarının enerjilerini bir fotonla eşleyerek haritalandırıyor, bu kanal teorisyenler için yeni fizik fenomenine açılan bir kapı olabilir. Fakat ilk sonuçlar anomali göstermiyor. Fizikçiler LHC 2. Turunun daha başlarındalar ve 1.Turda elde edilenin onda biri kadar veriye sahipler. Yeni elde edilen veri ilk turda yapılan çarpışmalara göre 1,6 kat daha fazla enerjiye sahip. Yeni enerji rejimi daha önce ulaşılamazdı. Fakat fizikçilerin bu bilgileri toplamak için zaman ihtiyacı var. “ Önümüzdeki üç yılda 30 kat daha fazla veri elde edilecek bu büyük kütle daha iyi incelenebilecektir. Baharın sonuna kadar daha fazla veri toplayarak, bu pik hakkında daha çok şey söyleyebileceğiz. Diğer araştırmalar yazın sonuna doğru bitecek,” diyor Bellomo.


Kaynak : https://www.sciencedaily.com/releases/2016/03/160321140040.htm



LHC’de Yeni Bulunan Parçacık Doğrulanmayı Bekliyor

gettyimages-887971-003-1200x800


Kedilerden bulaşan bir parazit öfke patlamalarına neden olabiliyor. Kediler tarafından taşınan Toxoplasma gondii adı verilen bir protozoa parazit ile aralıklı patlayıcı bozukluk (IED- intermittent explosive disorder)  olarak adlandırılan insan psikiyatrik bozukluğu ile ilişkilendirildi.  Bu bozukluk trafikte magandalık gibi agresif patlamalar şeklinde kendini gösteriyor. T. Gondii bulaştığı organizmalarda davranış bozukluğu yaratmasıyla biliniyor. Kemirgenlere bulaştığında onları daha cesur ve maceracı yapıyor ve onları kediler tarafından daha yakalanabilir yaptığından, bu parazit döngüsüne kedilerde devam ediyor. Ayrıca bu parazit insanlara kedi dışkısından, az pişmiş etten veya kirli sulardan bulaşabiliyor ve tüm dünyanın üçte birine bulaştığı düşünülüyor. Bu protozoa (bir gözeli hayvan) bizi hasta yapmıyor fakat beyinde kist oluşturarak kişinin hayatı boyunca orada kalabilir. Bu gibi enfeksiyonlar şizofreni, bipolar bozukluk ve intihar davranışı gibi psikiyatrik durumlarla ilişkilendirildi. Ayrıca T.gondii kapmış insanlar, daha yavaş hareket etme eğilimi gösterdiklerinden, araba kazalarına karışma ihtimalleri daha yüksek.


İşte T. gondii ile agresiflik ilişkisini incelemek için Chicago Üniversitesi’nden Emil Coccaro ve arkadaşları 358 yetişkini inceledi. Bunlar IED kapmış insanlar, diğer psikiyatrik durumlara haiz insanlar ve daha önce hiçbir psikiyatrik hastalığa sahip olmayan insanlar olarak üçe ayrıldı. Araştırmada T. Gondii parazitine sahip insanları aralıklı patlayıcı bozukluğa iki kat daha yatkın olduğu bulundu. Ayrıca parazit ile enfekte olmuşlarda diğer psikiyatrik durumlara da daha yatkınlık görüldü. Bu üç grupta parazit kapmış olanların daha yüksek agresifliğe sahip olduğu görüldü.


Coccaro beyindeki nörotransmitterlerdeki öfke artışının bu parazitle ilişkili olduğunu, ayrıca beyni öfke merkezindeki nöronları aşırı uyararak öfke davranışına neden olabilir. Beynin bu bölümü tehditlere karşı tepkileri kontrol ediyor. Louisville Üniversitesi’nden Paul Ewald,” Bu gerçekten mantıklı. Diğer bir farenin saldırılarıyla meşgul fare kediler için kolay bir av olabilir.” Bu açıdan öfke artışı T.gondii ile yayılabilir. Ayrıca Coccaro bu kanıtın sadece enfeksiyon ve agresiflik arasında korelasyon gösterdiğini ifade ediyor. T. gondii gereksi yere öfke patlamasına neden olmuyor. Agresif insanlar eti iyi pişirmeye veya ellerini yıkamaya daha az yatkın olduklarından paraziti kapmaya yatkındır. Parazit testinde pozitif çıkan insanları belki de test etmenin diğer bir yolu aralıklı patlayıcı bozukluğa sahip olup olmadıklarını anlamak olabilir. “”Fakat bu parazitleri öldürmek uzun süre alıyor ve onları öldürmek çok zor,”  diyor Coccaro. Yine de size tavsiyemiz kediniz varsa düzenli olarak iç parazit aşılarını yaptırırsanız bu parazit sizin için tehlike teşkil etmez.


Kaynak : NewScientist



Öfke Bozukluklarının Sebebi Kedilerden Bulaşan Parazit Mi?

theexpansion


Evren sürekli genişliyor ve oluşup birleşen yapılarla değişiyor. Peki evrenimiz nasıl evriliyor? Cenevre Üniversitesi (UNIGE) fizikçileri evrendeki yapıların oluşumunun karmaşık sürecine ışık tutabilecek yeni bir sayısal simülasyon kodu geliştirdi. Einstein’ın eşitliklerine dayanarak, uzayzaman dönmelerini hesaplamalarına katabildiler ve varlıkları geçtiğimiz ay doğrulanan kütleçekimsel dalgaların genliğini hesapladılar. Ekip çalışma sonuçlarını Nature Physics dergisinde yayımlanan makaleleri ile açıkladı.


Şimdiye dek bilimciler büyük ölçekli kozmolojik yapıların oluşumunu, Newton kütleçekiminin sayısal simülasyonlarına dayanarak inceliyordu. Bu kodlar uzayın kendisinin değişmediğini, durağan olduğunu, zaman ilerlerken hep aynı kaldığını varsayıyordu. Böyle bir varsayımın izin verdiği simülasyonlar, maddenin yavaş ilerlediği bir evren için doğru olurdu. Ancak madde parçacıklarının yüksek hızlarda ilerlemesi durumunda, hesaplamalar ancak yaklaşık doğru bir sonuç verir. Ayrıca bu kod karanlık enerji çalkalanmalarını tanımlamaz. Evrenin toplam enerjisinin %70’ini (geriye kalan %30 karanlık madde ve normal maddedir) oluşturan karanlık enerji, ivmeli genişlemeden sorumludur. Dolayısıyla, kozmolojik yapıların oluşumunu simüle etmek için bu iki görüngünün incelenmesini sağlayan yeni bir yol bulmak gerekiyordu.


UNIGE’den Ruth Durrer’in ekibi bu amaçla bir kod yarattı: Gevolution. Einstein’ın genel görelilik kuramına dayanarak yazılan bu kod, uzay ve zamanın sürekli değişmekte olduğunu hesaba katıyor. Ekip Gevolution’u kullanarak kütleçekimsel dalgaların genliğini ile etkisini ve kozmolojik yapıların oluşumu nedeniyle ortaya çıkan “çerçeve sürüklenmesi”ni (uzay-zamanın dönüşünü) öngörmeyi amaçlamış.


UNIGE fizikçileri önce kübik bir uzay parçası ele aldı. Herbiri bir parçacık içeren 60 milyar bölüme sahip bu kübik bölgeyi analiz ederek, komşulara göre hareketi incelediler. David Daverio tarafından geliştirilen ve nonlineer kısmi diferansiyel denklem çözebilen LATfield2 kütüphanesi ile Lugano’da bulunan İsviçre Süperbilgisayar Merkezi sayesinde, araştırmacılar parçacıkların hareketini çözümledi. Einstein’ın denklemlerini kullanarak metrik(evrendeki iki gökada arasındaki uzaklık ve zaman ölçüsü) hesaplaması gerçekleştiren ekip, bu hesaplamaların sonucunda ortaya çıkan izgelere bakarak, Newton kodları ile Gevolution karşılaştırması yaptı. Böylece çerçeve sürüklenmesi etkisini ve yapı oluşumundan kaynaklanan kütleçekimsel dalgaların etkisini hesapladılar.


kaynakhttp://phys.org/news/2016-03-team-simulates-expansion-universe.html



Evrenin Genişlemesi Simülasyonu


Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson, Nisan 2015 tarihinde Mic’e verdiği demeçte, dünyadaki ilk trilyonerin metalik asteroidlerdeki mineral içeriğini keşfeden kişi olacağını söylemişti. Bu gerçekten doğru ise, küçük bir Avrupa ülkesi olan Lüksemburg, son derece zengin olacağa benziyor.


3 Şubat Çarşamba günü, Lüksemburg Başbakan Yardımcısı Etienne Schneider ülke olarak planlarının Larry Page’nin Gezegensel Kaynaklar ve asteroid madenciliği firması Deep Space ile birlikte asteroid madenciliğine girmek olduğunu açıkladı – boyut ve metal içeriğine bakıldığında bu işin getirisi 195 milyar doları buluyor. Bu metaller demir, nikel, kobalt, altın ve platin gibi çok çeşitli.


Schneider, demecinde “amacımız uzayda dönüp duran yaşamsız kayalardaki keşfedilmemiş mineral kaynaklarındaki zenginliğe doğal habitatlara zarar vermeden ulaşmak” dedi. “Lüksemburg için uzun dönemde hedefteki yüksek teknoloji sektörü olarak uzay ve uydu endüstrilerini geliştirmeyi amaçlıyoruz”diye ekledi.


Schneider iddiaya göre NASA’nın araştırma merkezini 2013 yılında ziyaret ettiğinde beri gizlice bir madencilik programı yürütüyor .


Ancak asteroidlerin peşinden gitmek yeni bir şey değil: Osiris-Rex, NASA’nın asteroid numune görevinde kullandığı modülün ismi, 2016’da uzaya fırlatılmak üzere bir süredir hazır bekliyor ve böylece en sonunda yıldızlar arası madencilik ziyaretlerine yol açma potansiyeline sahip. Bu seyahat ise, ne bulursa bunun 60 gramı için 1 trilyon dolar ile ücretlendiriliyor.


Bu elbette ucuz bir gayret değil. Asteroidlere bir ziyaret 2.6 milyar dolar civarına mal oluyor, ancak getirdiği malzeme ile bu maliyeti kapatacağı ihtimali üzerinde duruluyor. Raporlara göre orta boyuttaki bir asteroidin platin rezervi Birleşik Krallık’ın bütün platin ürününden daha fazla. Bu sebepten dolayı Başkan Barack Obama, geçen sene imzaladığı bir kanuna göre Birleşik Devletler’in herhangi bir vatandaşı uzaydan herhangi bir kaya getirirse bu kayanın mülkiyeti Birleşik Devletler’e ait olacak, benzer şekilde Deep Space Industries özel bir yatırım olarak yılda 2 milyar dolar ayırıyor.


Bütünün her parçası da son derece görkemli. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı “gezegenler arası mal bulanındır” biçiminde bir yasayı imzalıyor. Buradaki nokta açık: Endüstriyel dünya bir dönüm noktasında.


DSI’ya verdiği demeçte , Deep Space Industries başkanı Rick Tumlinson “dünyanın değiştiği anlar var”diyor. “Birleşmiş Devletler, gerçek kişiler ve uzaya açılan şirketlerle işbirliği yaparak, Lüksemburg tarihe bir çizik atmaya hazırlanıyor. Lüksemburg vatandaşları gurur duyacak”.


Asteroidler üzerinde madencilik yapmak için itici güç uzun zamandır gündemde ve işe karışan ülkeler için büyük getirileri var. Bunun anlamı zaten kırılgan olan gezegenimizin bazı parçalarını yakmak ve patlatmak değil elbette. Aynı zamanda insanlık tarihinde erişilememiş olan inanılmaz zenginliklere ulaşmak anlamına da geliyor. Lüksemburg, bol şanslar.


Kaynak: http://mic.com/articles/134270/luxembourg-just-announced-a-plan-to-mine-asteroids-and-it-could-be-worth-trillions#.C2p6sIxLs



Lüksemburg Asteroid Madenciliğine Başlayacağını Duyurdu

ACA34034-E31B-4772-893A2306E868F400


İnsan ömrü, hepimizin bildiği gibi tek ve eşsiz. Herkesin kendi dünyası bir yandan başka dünyalar ve koşullar var. Coğrafya dersi ile başka ülkelerin varlığına oradan farklı fiziksel özelliklerde insanların varlığından haberdar olduk. Bir süre sonra boy, göz rengi, vücut yapısı gibi fiziksel özellikler çeşitliliği ve bunun insanlık açısından değerlendirilmesi yapıldığından, bazı bölgelerin diğer bölgelere göre daha uzun ömürlü olduğu saptanmış ve bunu genele yaymanın mümkün olup olmadığıyla ilgili araştırmalar yapılmıştır. Sonuçta insan ömrü istisnasız biricik ve kıymetli bir şeydir. Bilim adamları da bir çok farklı faktörü değerlendirip beslenme, psikoloji, geleceğe ait planlar ya da ekonomik koşullar gibi iyileştirici etkilerinin yanında zekanın da önemli bir fark yarattığını, yüksek zekalı insanların benzer faktörlere sahip insanlara göre daha sağlıklı olduklarını ve daha çok yaşadıklarını saptamışlardır.


Günümüzde de bilindiği üzere insanlar eskisine göre artık daha uzun yaşamaktadırlar. Dünya Sağlık Örgütü’nün  2015 raporuna göre, en uzun yaşayan Japonların, tahmini ortalama yaşam süresi 84 iken, Amerikalılar da 77 yaşına kadardır.


Aynı zamanda, bazı insanların diğerlerine göre daha fazla yaşadıkları da açık bir gerçektir. Ölümde de hayatın birçok kısmında olduğu gibi eşitsizlik vardır.


Bu eşitsizliği ne açıklayabilir? Epidemiyolojik araştırmalar da sezgilerin dediğini onaylar niteliktedir: Yaşam tarzı önemlidir. 5 yıldan uzun süren ve 8.000’den fazla kişinin takip edildiği 2012 yılında yapılan bir çalışma Preventive Medicine’da yayınlandı. Herhangi bir sebepten görülen ölüm riski, sigara içmeyenlerde %56, egzersiz yapanlarda %47 ve sağlıklı diyet uygulayanlarda %26 oranında az bulunmaktadır. İtalyan araştırmacılar, 100 yaşına kadar yaşayanların sayısının bir hayli fazla olduğu, Sicilya’nın Monti Sicani böglesinde yaşayanların yeme alışkanlıklarını analiz ettiklerinde; fiziksel olarak aktif ve akrabalarıyla yakın ilişkileri olan ankete katılımcılarının asırlık geleneksel Akdeniz diyetini de uyguladıkları saptanmıştır.


Daha şaşırtıcı olan bir keşif de ölüm oranı ile zekâ arasında güçlü bir ilişki olduğudur: yüksek zekâdan kasıt; ortalamada, daha uzun yaşam süresi. Bu ilişki Ian Deary ve Edinburg üniversitesindeki arkadaşları tarafından İskoçya’da yapışan akıl anketlerindeki veriler kullanılarak detaylı bir şekilde belgelenmiştir. 1932 yılında, İskoçya hükümeti tarafından bir gün boyunca neredeyse 11 yaşındaki tüm çocuklara zeka testi uygulanmıştır. Altmış yıl sonra, Aberdeen, Deary şehirlerine odaklanarak ve meslektaşı Lawrance Whalley’nın aynı yaş grubundan 76 yaşında ve hayatta olanları belirlemek için bir inceleme başlattı. Sonuçlar çarpıcıydı: 15 puanlık IQ avantajının %21 oranında daha çok hayatta kalmaya dönüşmüştü. Örneğin, IQ’sü 115 olan birinin, IQ’sü 100 olan birine göre 76 yaşında hayatta olma ihtimali %21 daha fazladır ( genel nüfus için ortalama alındığında).


Yapılan araştırmalar da bu bulgunun halk sağlığında da kullanılacağı yönünde. Hastalıklarda aile geçmişinin dikkate alındığı gibi zekanın da dikkate alınması, sağlık problemlerinin en başından saptanması ve erken ölümlerin önüne geçilmesinde kullanılabilir. Aynı zamanda, zeka testinin kullanım fikri bazı etik soruları da doğurmuştur. Zeka araştırmacılarının vurguladığı, zekanın tek bir şeyi değil bir çok şeyi yansıttığı yönündedir. Bu sadece  –prefrontal korteks gibi beyin bölgeleri- için düşündüğünüz gibi doğuştan gelen bir zekayı içermemektedir. Örneğin, zeka testini başarı ile tamamlayacağına inananların, cinsiyet veya kökenlerine de bağlı olarak, yüksek sonuca ulaştığına dair bulgular vardır.


Aynı zamanda IQ, kader değil sonucu etkileyen birçok faktörden biridir. Karakter, kişinin ilgisi ve motivasyon gibi şeyler de önemlidir.


Sonuçta, bilişsel epidemiyolojik kanıtlardan yararlanmak için, toplumlar, yüksek maliyetli sağlık giderlerine karşılık zeka faktörünün getirisini tercih edeceklerdir. Eğer, bu gerçekleşirse, zeka test uygulaması bir gün sağlık eşitsizliklerini azaltmak ve insanlara her zamankinden daha uzun bir hayat yaşamasını sağlamada kullanılabilir.


Referans: scientificamerican.com




Araştırmalar Zeka ve Yaşam Süresi Arasında Bağlantı Olduğunu Doğruluyor

160308084937_1_540x360


Yeni teknoloji sayesinde ampüteler (uzvu kesilmiş kimse) eş zamanlı olarak yumuşaklığı ve sertliği hissedebiliyor. Ayrıca bu teknik sayesinde ampüte olmayanlarda cerrahi müdahale gerektirmeden , dokunma hissini hissedebilecek. Daha önce elini kaybetmiş bir ampütenin kolunun üst kısmındaki sinirlere bağlanan sistem sayesinde, sertliği veya yumuşaklığı hissedebiliyor. İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü(EPFL) ‘nden Silvestro Micera ve ekibi tarafından geliştirilen bu teknoloji sayesinde dokunsal bilgi kullanıcıya aktarılabiliyor. eLife’de yayınlanan makalede bu teknoloji sayesinde biyonik protezler ve duyusal geri alımlarda geliştirme sağlanacak. “Bu uyarılma sayesinde nerdeyse elimi hissedebiliyorum. Halen kayıp elimi hissedebiliyorum, daima bir yumruk gibi kenetlenmiştir. Hayalet bir elin parmağıdaki duyusal bir dokuyu hissettim, “diyor ampüte Dennis Aabo Sørensen.


Sørensen dünyada vücuduna ameliyatla elektrotların bağlandığı biyonik parmak ucuna sahip ilk kişi. Sørensen’in koluna bağlı elektrotlar yardımıyla kontrol edilen parmak ucunda sensörler mevcut. Parmak ucunun kontrolü için farklı kıvrımlara sahip plastikler üzerinde geliştiriliyor. Parmak ucu plastik yüzey üzerinde gezdirildikçe, elektrik sinyali üretiyor. Sonra bu sinyal elektrik dalgalarına dönüştürülerek sinir sisteminin anlayabileceği dile çevriliyor. Bu sayede Sørensen pürüzlü ve pürüzsüz zeminleri % 96 ayırabiliyor. Bu yeni çalışma önceki çalışmaya göre süper doğrulukta hissiyat vadediyor. Aynı testler ampüte olmayan insanlarda da yapıldı. Sağlam insanlarda kola tutturulan iğneler sayesinde % 77’e kadar başarı sağlandı. Araştırmacılar ampüte olmayanlarda da gerçek parmak hissi oluşturulup oluşturulmayacağını araştırıyorlar. Araştırmacılar iğnelerin implantlar gibi yüzeye ait bilgiyi geciktirdiğini de buldular. Bu sayede gelecekte robotik ameliyatların da değişebileceği öngörülüyor.


Kaynak : http://sciencedaily.com/releases/2016/03/160308084937.htm


 



Bu Yapay Parmak Gerçek Hissettiriyor

supermassive-black_1024


Aralarında Erciyes Üniversitesi’den yapılan yazılı açıklamaya göre, bilim insanları tarafından bir kara delik etrafında keşfedilen bu rüzgarların hızı saatte 200 milyon kilometreden daha fazla. Dünya üzerinde şimdiye kadar görülmüş en güçlü kasırgaların en yüksek hızı saatte 300 kilometreye ulaşıyor. Kara delikler etrafında keşfedilen bu rüzgarların hızı ise bunun yaklaşık 1 milyon katı.


ABD’de bulunan “Sloan Digital Sky Survey” teleskobu ile Hawaii ve Şili’de bulunan “Gemini” ikiz teleskoplarından alınan morötesi ışınımları inceleyen ekip, süper kütleli karadelikleri araştırmak için onların etrafındaki rüzgarların dinamiğini inceliyor. Evrenin bilinen en parlak cisimleri olan bu süper kütleli kara delikler, etrafındaki maddele beraber “kuazar” olarak isimlendiriliyor.


Astrofizikçiler, bazı kuazarların etrafında güçlü rüzgarların olduğunu 1960’lı yıllardan bu yana biliyor. Veriler, her dört kuazardan birinin güçlü rüzgarlara sahip olduğunu gösteriyor. Kuazarlar, etrafında disk şeklinde gaz ve tozun bulunduğu süper kütleli kara delikler içeriyor. Boyutları güneş sistemimizden daha küçük olsa da kuazarlar, yaptıkları güçlü ışınım sayesinde gözlenebilen evrenin sınırlarını oluşturuyor.


Açıklamada görüşlerine yer verilen Yrd. Doç. Dr. Nurten Filiz Ak, yabancı bilim adamlarıyla birlikte yürüttüğü çalışmanın temel amacının, kuazar rüzgarlarının nasıl oluştuğunu ve dinamiğini incelemek, bu sayede kara deliklerin nasıl büyüdüğünü ve beslendiğini araştırmak olduğunu kaydetti.


Kuazar rüzgarlarını inceleyen çalışma ekibinde kendisiyle beraber Kanada York Üniversitesinden Dr. Jesse Rogerson, Dr. Patrick Hall, Dr. Paola Hidalgo, Dr. Patrik Pirkola ile Pensilvanya Eyalet Üniversitesinden Dr. W. Niel Brandt’in de yer aldığını ifade eden Ak, çalışmanın, Kanada Temel Bilimler ve Mühendislik Araştırma Konseyi, ABD Ulusal Bilim Fonu ile Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu tarafından desteklendiğini anlattı.


Ak, şunları kaydetti: “Bu kara delikler güneşin kütlesinden birkaç milyar kat daha büyük bir kütleye sahipler. Etraflarındaki, yeterince yakında bulunan her şeyi yutabiliyorlar. Bu yutma süreci de tıpkı 1-2 yaşında bir çocuğun kendi kendine yemek yemesine benziyor; tabağındakilerden çoğu etrafa saçılırken, az bir kısmı midesine gidiyor. Kuazarlar da etraflarındaki maddeleri yutarken güçlü rüzgarlar oluşuyor ve bu rüzgarlar sayesinde maddenin bir kısmını etrafa saçıyorlar. Biz de bu rüzgarları inceleyerek kara delikleri anlamaya çalışıyoruz. Bu kuazarda şimdiye kadarki en hızlı rüzgarı keşfettik. Ayrıca çok daha yavaş olan bir başka rüzgarın da yeni oluştuğunu gözlemledik. Yeni oluşan rüzgarın hızı yaklaşık 140 milyon kilometre. Daha sonra neler olacağını görmek için bu kuazarı gözlemeye devam edeceğiz.”


Kaynak: http://www.sciencealert.com/



Karadelik Çevresindeki Evrenin En Hızlı Rüzgarları

51b8386340f9954ca72d9530a67f


Araştırmalarda kemik iliği bağışlayıcısının uykusuzluğu, iliğin alıcının istenilen bölgesine ulaşması kabiliyeti acısından olumsuz etkileri olduğu gözlemlendi.


Araştırma her ne kadar laboratuvar fareleri üzerinde yapılmış olsa da insan kemik iliği nakillerinde de benzer sonuçlar vereceği düşünülüyor. Bu tedavi yönteminin binlerce bağışıklık hastasının tedavisinde kullanıldığı düşünüldüğünde bu bulguların önemli sonuçlar doğuracağı düşünülüyor.


Deneylerde ilik bağışı yapan farelerin sadece 4 saat uykusuz kalmalarının; iliğin alıcının doğru kemik dokusuna ulaşması oranını yarı yarıya düşürdüğü belirlendi. Kemik iliği bağışlayıcısının uykusuzluğun telafi edilmesi ile bu olumsuz etkinin giderildiği de gözlemlendi.


Araştırma ekibi dört saat uykusuz bırakılan fare grubu ile normal uykusunu almış fare grubundan kemik ilikleri alıp, hasta olan 12 fareye naklettiler. Nakilden 8 ve 16 hafta sonra uykusunu almış farelerden transfer edilen kemik iliklerinin alıcıda myeloid hücreleri(Bir tip bağışıklık hücresi) oluşturma oranı yüzde 26 iken, uykusuz bırakılan farelerden alınan iliklerin bu hücreleri oluşturma oranları yüzde 12 olarak belirlendi. Bununla beraber nakledilen iliklerin kandan kemiğe ilk 12 saatte geçme oranlarda uykusunu almış farelerden alınan iliklerde yüzde 3,3 iken uykusuz bırakılan farelerin iliklerinin kandan kemiğe geçme oranı ise yüzde 1,7 olarak belirleniyor.


Tüm canlıların bu hücreleri taşıdığı dikkat alındığında uykusuzluğun hücreler ve bağışıklık üzerinde daha ne gibi komplikasyona neden olduğu ise henüz bilinmiyor. Bilinen tek gerçekse uykusuzluğun telafisinde bu olumsuz etkilerin giderilebileceğinin olmasıdır.


Kaynak: Rolls A, Pang W, Ibarra I, Colas D, Bonnavion p, Korin B, et al. Sleep disruption impairs haematopoietic stem cell transplantation in mice. Nature Communications. 2015.



Uykusuzluk İlik Naklinin Başarı Oranını Düşürüyor

tajvm1


Diğer gezegenlerde hayat var mı? Bilim adamları son zamanların en kafa karıştıran sorularından birine cevap alabilmek umuduyla bir uzay aracını gelecek hafta Mars’a gönderiyorlar. Uzay gemisi, Avrupa-Rus ExoMars programının bir parçası olarak  yedi ay sürecek bir yolculuğa başlamak için Kazakistan’daki Baykonur uzay üssünden Pazartesi günü Türkiye saatiyle 11:31 de Proton roketiyle fırlatılacak.


2014 yılında ABD uzay ajansı NASA’nın Mars gezgini Curiosity, gezegenin atmosferinde metan gazı kalıntıları bulmuştu. Bilim adamları ya yıllar önce soyu tükenmiş ve gezegenin yüzeyinin altında donmuş veya bazı metan üreten organizmalar hala hayatta ve bulunan bu kalıntılar metan mikro organizmalar olarak adlandırılan metanojenlere ait olabileceğine inanıyoruz diye açıkladılar.


Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) Robotik Arama Koordinasyon Ofisi başkanı Rolf de Groot, Reuters’e verdiği demeçte:” Mars üzerinde hayat olduğunun kanıtlanması ya da Dünyamız üzerindeki gibi bir yaşam bulunması benzersiz bir olay olur.” dedi


“İşte bu çok daha büyük olasılıkla da evrende başka yerlerde hayat var olduğunu ispatlayacak.” diye ekledi.


Mars atmosferinde bulunan metan gazının başka bir açıklaması da demirin oksidasyonu gibi, jeolojik olaylar sonucu ortaya çıkmış olması ihtimali olarak görülüyor. ExoMars 2018’de görevinin ikinci bölümünde Mars yüzeyine European Rover’ı indirecek. Bu gezici araç gezegenin yüzeyi boyunca hareket edecek ve matkabı yardımıyla topraktan aldığı örnekleri analiz edecek.  European Rover bu yeteneğiyle ilk olacak.


Groot  “Uzaydan gelen radyasyon tüm biyolojik materyali yok ediyor. Zeminden iki metre derine inerseniz radyasyondan korunmuş yerleri bulmak mümkün olabilir,”  dedi.


Rusya’nın önceki çabaları Mars’a inişi neredeyse eziyete çeviren ve aynı zamanda NASA için sorun yaratan herkesin bildiği gibi zor bir iştir. Amerika Birleşik Devletleri’nin şu anda Mars’ta Curiosity ve Opportunity adlı iki adet operasyonel aracı vardır.


ExoMars 2016 görevi Rusya’nın Roscosmos başlatıcısı ESA tarafından yönetiliyor. Ana yüklenici Thales Alenia Space, Thales ve Finmeccanica arasında bir ortak girişim. ESA ExoMars misyonunun maliyeti, 2018 yılında başlayacak ikinci kısmı dahil yaklaşık 1,3 milyar Euro.


ABD ajansı NASA ise 2018 yılındabir uydu olarak bilinen inSight’in yeniden dizayn edilerek Mars’ın yeraltını incelemek için yollanacağını açıklamıştı.


Kaynak: nationalgeographic.com



Mars'da Hayat Arıyorlar

flexwarm-smart-jacket-3


Artık giydiğimiz montlar ve bazı ürünler özel kumaş tabakaları sayesinde iklime ayak uydurabiliyor. Çoğu dört mevsim montlar özel tabakalar arasında akıllı teknolojiler barındırıyor. Flexwarm akıllı mont ise pille çalışıyor , sensörler sayesinde kişisel seçiminize uygun olarak ayarlanabiliyor. Normal benzeri ceketler usb şarj bankaları gibi sistemlerle birkaç saatliğine , montun düşük,orta ve yüksek olarak ısıtılmasını sağlayabiliyor. Flexwarm ise kullanıcılara farklı bölgelerde ,spesifik sıcaklık ayarları yapmalarını sağlıyor. Flexwarm akıllı mont metalik bulamacın kalın bir film içine basılmasından yararlanarak, elektrikle beraber ısı üretiyor. Bu ısıtıcı element kaz tüyü ve naylon kumaş arasında yer alıyor. Yünlü naylon kumaş ise su geçirmez,rüzgar geçirmez, yırtılma dirençli olarak üretilmiş. Ayrıca makinede yıkanabiliyor. Bu tabakalar sayesinde ultra hafif ve kompakt bir ceket mont karışımı sportif bir ürün ortaya konmuş. Flexwarm akıllı telefonlara bluetooth ile bağlanarak kendi uygulamasıyla kolayca yönetilebiliyor. Bu sayede göğüs, sırt veya parmaksız eldiven kısımlarındaki ısıları ayrı ayrı kontrol edebiliyorsunuz. Flexwarm akıllı ceketteki çifte sensörler otomatik olarak vücudunuzun istenilen sıcaklığa ısıtıyor. Entegre teknoloji 65 º C ‘ye kadar ısıtabiliyor. Ayrıca antistatik özellikleri ekstra güvenlik sağlıyor. Flexwarm Smart Jacket USB şarj bankaları ile uyumlu olarak çalışabiliyor. Kullanıcılar her 1500 mAh pil kapasitesinde 1 saat kazanıyorlar. Bu mont şimdiden Kickstarter üç gün içinde 50,000 dolarlık hedefinin yarısını doldurdu. 219 dolarlık bağışla ceketi ve 5V güç kaynağını alabilirsiniz. İlk sevkiyatın Eylül 2016’da yapılması planlanıyor.


Kaynak : Gizmag



Sıcak Tutan Mont Flexwarm

Portatif müzik sektörü taşınabilir hoparlörlerle gün geçtikçe değişse de , her kafadan başka bir sesin çıkması ve yüksek gürültü oranı nedeniyle komşularınızı rahatsız edebilir. Belki de sadece sizin duyabileceğini bir hoparlör üretseler ne güzel olurdu. İşte Fransız tabanlı Akoustic Arts şirketi tarafından yeni tasarlanan bir hoparlör sayesinde ultrasonik dalgalar sayesinde istediğiniz müziği , kulaklık kullanmaya gerek duymadan sadece siz duyacaksınız. Yani sadece o yönde bulunan kişi sesi duyabiliyor. A arkası ve A çekirdeği adı verilen iki ayrı bileşenden oluşan hoparlör sayesinde, sadece sizin duyabileceğiniz bir ses aktarılıyor. Arka taraf bir çerçeve olarak hoparlörün ayakta durmasını veya duvara monte edilmesini sağlarken, ünite gerçekten çekirdek(core) tarafından yönlendiriliyor ve iki 3.5 mm’lik jakla biri hoparlörlere diğer cihaza bağlanarak kolayca yönetilebiliyor. Duvara monte ettikten ve akıllı telefona bağlandıktan sonra sistemi kaynağınızdan kullanabiliyorsunuz. Normal hoparlörler ile bu yönlendirmeli hoparlörler arasındanki fark sesi yaratma tekniklerinden kaynaklanıyor. Elektromanyetik bobin ve koniden ses üretmek yerine , bu sistem geniş bir arktan ses dalgaları yayarak, yüksek frekanslı ultrasonik dalgalar üretiyor. Bu dalgalar bir şeye çarptığında duyulabilir ses dalgalarına dönüşerek duyabileceğiniz bir ses aralığına geliyor. Gerçekten oldukça ilginç bir teknolojiye benziyor. Sistem 20*20cm  orijinal hoparlör ve yanında 9*9cm’lik junior  hoparlörle geliyor. İki modelde aynı çekirdek üniteyi kullanıyor, fakat daha büyük ünite 200 transdüser  kullanırken, junior model 37 transdüser kullanıyor. Tabi hoparlör küçüldükçe büyüğünde 90dB olan ses gücü 70 dB’e düşüyor. Büyük hoparlör 10 metreye kadar sesi iletebilirken, küçük olan çalışan insanlar için masa üstünde yer alacağından daha kısa mesafeler için düşünülmüş. İndiegogo’da yer alan proje hedef olarak 30,000 dolarlık esnek hedef, 25 günde 127,900 dolara ulaştı. Eğer kampanya 160,000 dolara ulaşırsa siyah bir model ve üreticiler 400,000 dolarla Wi-Fi ile bir model üretmeyi planlıyor. Fiyata gelince biraz tuzlu gerçekten, 2016 Eylül’de üretilecek hoparlörün orijinal hoparlörü 870 dolar, Junior olan hoparlör ise  550 dolardan satılacak.


Kaynak : http://www.gizmag.com/akoustic-arts-a-speaker/42413/



Sadece Sizin Sesini Duyabildiğiniz Hoparlör

Yön değiştiren mermilerle Angelina Jolie sayesinde tanıştık. Wnated filminde özel bir teknik yardımıyla mermiler havadayken yön değiştirebiliyor ve belli bir düzlemde hareket etmiyordu.


Darpha (Defence Advanced Research Projects Agency) yani Defansif İleri Araştırma Projeleri Ajansı Amerikan ordusu için özel silahlar geliştirmesiyle ünlü bşr kuruluş. Bizim Aselsan’dan pekte farklı olmayan bu kuruluşun ilginç ürünler ortaya koymasına alıştık ama bu sefer yaptıkları gerçekten oldukça ilgi çekici.


Hareket halindeyken yön değiştirebilen bir keskin nişancı mermisi geliştirdiğini duyuran Darpha bu konuda paylaştığı bir video ile olayın ne kadar ileri boyuta taşındığını da ortaya koyuyor.


Kaynak:DARPA



Yön Değiştiren Mermi

maxresdefault (1)


Bilim insanlarının yıllardır üzerinde çalıştığı optogenetik tedavi yöntemini denemek için ilk fırsat doğdu. Doktorlar Texas’ta görme yetisi olmayan bir kadın üzerinde optogenetik terapiyi kullanarak, dejeneratif retinal bozukluk nedeniyle oluşan görme kaybını yok etmeye çalışıyor.


Optogenetik: Işık sayesinde ve genetik yardımla beyin hücrelerini araştıran ve yeni gelişmekte olan bilim dalı. Genleriyle oynanmış hücrelerin ışık ile davranışlarının kontrol edilmesini içeriyor. Yakın gelecekte parkinson, epilepsi, kalpte ritim bozuklukları gibi birçok nörönal hastalığın tedavisinde, başarılı bir şekilde uygulanabileceği tahmin ediliyor.


Tedavi işlemi, alglerden alınan DNA içerikli virüsün hastanın gözüne enjekte edilmesiyle başladı. Böylece göz çubukları ve konileri kopyalandı, ışık hareketlerine göre hastaya görme yetisi sağlandı. Fakat tedavi hala sürüyor, doktorlar önümüzdeki yıla kadar hastanın durumunu takip edecek. Gerektiği durumlarda 3 farklı tedavi yöntemi daha uygulanacak.


Optogenetik tedavi yönteminin sadece körlük için değil, ilerleyen yıllarda parkinson, epilepsi gibi hastalıkların tedavisinde de kullanılması bekleniyor.


Tedavinin sonunda bu yöntem ile hasta kusursuz bir görüntüye sahip olmayacak ancak yakınında olanları anlayabilecek kadar görebilecek. Tedavinin bir başka olumsuz yönü ise hastanın gözüne yerleştirilen hücreler ışık ayarlaması yapamıyor. Örneğin hasta kapalı bir ortamdan güneşli ortama geçtiğinde, görüntü 10,000 kat daha aydınlık olabiliyor. Bunun önüne geçmek için doktorlar, aydınlığı dengeleyici bir gözlük tasarlıyor.


Optogenetik tedavi yöntemi, kesin bir çözüm sunmasa da ilerleyen yıllar için umut vaat ediyor. Bildiğimiz gibi dünyada görme yetisi olmayan ve tedavi edilemeyen binlerce insan var. Şüphesiz bu gelişme onlar için büyük önem arz ediyor.


Kaynak: biomedox



Körlük Tedavisinin Yeni Çözümü Genetik Aşılama

160301103220_1_540x360


Hollanda’da Wetsus araştırma merkezi ve TU Graz’dan araştırmacılar birlikte çalışarak elektrikle yüklenmiş havada yüzen su köprüsü oluşturdu. 2007’de TU Graz ‘da yeniden keşfedilene kadar, 19 yy.’dan beri bir fenomen haline gelen, bu keşif unutulmaya yüz tutmuştu. Eğer defalarca saflaştırılmış bir saf su,(en saf su) iki beherin arasına konulur ve yüksek voltaj uygulanırsa , bu iki kap arasında havada duran bir su köprüsü haline gelir. Su iki yönde de akarak, tümüyle yeni bir hal oluşturarak, kendine özgü bir yoğunluk ve yapı sergiler.  TU Graz ve Wetsus araştırma merkezinden bir araştırma grubu elektrikle yüklü sudan bir köprü oluşturarak kısa süreliğine bu yükü depolamayı başardı.


Protonik elektrik yükü Bu durumda su elektronik olarak değil protonik olarak yükleniyor. Suyun bu eşsiz hali suyun ne negatif, ne de pozitif yüklenmiş olmasına ne de fazla ya da az proton içermesine dayanmıyor. Araştırmada anodik suyun (pozitif yüklü) elektroliz esnasında çıkan  protonlar nedeniyle oluştuğu gösterildi. Bu hidrojen çekirdekleri su köprüsünden diğer beherdeki katodik suya ilerlerken, negatif yüke sahip su da hidroksil iyonlarıyla nötralize oluyor. Protonların hızı sınırlı iken, her daim bir kapta proton fazlalığı olduğu ve diğerinde de eksikliğinin ortaya çıktığı anlaşıldı. Eğer su köprüsü aniden kapatılırsa, proton yükü kalıyor bu da empedans spektrometresiyle ölçüme imkan veriyor. Yapılan ilk gözlemler sıvı yükünün 1 hafta boyunca stabil kaldığını gösterdi. Su pilinden,  düşük akım pili kimyasına kadar… Bu gibi su köprüleri , elektrokimyasal ve biyokimyasal reaktörlerde kullanılarak farklı muhtemel endüstriyel uygulamalara imkan tanıyor.  Bu su köprülerine farklı maddeler etkileşime sokularak, kimyasal reaksiyonlar yaratılarak, elektrik yükünü depolayabilecek su pilleri , karşıt iyon(asit ve baz) olmadan asitler ve bazlar elde edilebilir. Bu sayede çevreyle dost temizleme ajanları, kimyasal proseslerde atık azaltımı ve medikal uygulamalarda yeni imkanlar sağlanabilir.


Kaynak: ScienceDaily



Elektrik Yüklenen Suyla Köprü Oluşturuldu

tuumlrkiye039den-muumlthis-hamle-14299


Türk hava sahasında işletilecek veya kullanılacak sivil insansız hava araçlarına (İHA) yönelik kurallar yeniden düzenlendi. Buna göre, İHA uçuşları, insan ve yapılardan en az 50 metre uzaklıkta gerçekleştirilebilecek.


Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü tarafından bir süredir çalışmaları sürdürülen İHA Sistemleri Talimatı yayımlandı.


Talimat, insansız hava aracı sistemlerinin ithali, satışı, kayıt ve tescili, uçuşa elverişliliğin sağlanması, sistemleri kullanacak kişilerin sahip olması gereken nitelikleri, hava trafik hizmetleri ve İHA operasyonlarına ilişkin usul ve esasları içeriyor.


Talimat çerçevesinde, azami kalkış ağırlığı 500 gram ile 25 kilogram aralığında olan İHA’ların ve bunları kullanacak pilotların Genel Müdürlük tarafından oluşturulan internet tabanlı “Kayıt Sistemi”ne kayıt edilmesi gerekiyor. Bunun dışındaki azami kalkış ağırlığı 25 kilogram ile 150 kilogram aralığında olan ikinci gruptaki İHA’lar ile azami kalkış ağırlığı 150 kilogram ve daha fazla olan İHA’ların Türk hava araçları tesciline kayıt yaptırma zorunluluğu bulunuyor.


Kapalı alanlarda kullanılan İHA’lar, yere veya herhangi bir platforma bağlı olan insansız balon ve benzeri sistemler, devlet insansız hava araçları ve azami kalkış ağırlığı 500 gramdan daha az olan İHA’lar talimat kapsamının dışında yer alıyor.


Genel Müdürlükten izin almayı gerektiren operasyonlarda, izin alınmadan İHA uçuşu yapılması ve verilen yetkiler ile belirlenen hava sahaları dışında operasyon gerçekleştirilmesi hallerinde ilgili şahıs ve işletmeye cezai hükümler uygulanacak.


Talimatın yayımlanmasından önce faaliyette bulunan İHA sahipleri, 1 Mayıs’a kadar, ait oldukları kategoriye göre internet tabanlı sisteme veya tescile kayıt yaptıracak. Söz konusu işlemler, 500 gram ile 25 kilogram ağırlığındaki İHA’lar için “iha.shgm.gov.tr” adresinden yapılabilecek.


Talimata göre 25 kilograma kadar olan İHA’ların uçuşunda, aracın, yatayda 500 metreyi geçmeyecek şekilde pilotun görüş alanında olması, yerden 120 metre yüksekliğin üzerine çıkılmaması, insan ve yapılardan en az 50 metre uzaklıkta uçuş gerçekleştirilmesi gerekiyor.



İHA'ya Ceza

tutthumb


Kral Tutankamon’un mezarında gizli iki oda bulundu ve bu buluş Kraliçe Nefertiti’nin yattığı yer ile ilgili gizemi sonuçlanacak. Mısır’lı bakanlar daha önce, gizli bölmelerin ‘hazinelerle dolu’ olduğunu ve buluşun 21.yüzyıla damga vuracağını söylemişti.


Mısır’ın eski eşyalardan sorumlu bakanı, verdiği demeçte uzmanların söz konusu odaların varlığından yüzde doksan emin olduğunu ve resmi makamların bunlarda hazine olduğunu söylediği belirtiyor.


Taramalara göre mezarın kuzey ve doğu duvarlarında gizlenmiş iki odanın metal veya organik malzeme içerdiği görülüyor.


Bu, daha önce keşfedilememiş odaların, Eski Mısır’lıların en derin sırlarından bir çoğunu ortaya çıkaracağı umuluyor. Bazı teorilere göre mezarın Kraliçe Nefertiti’ye ait mezarım konumunu sakladığı düşünülüyor, Nefertiti’nin de bilim adamları arasında Tutankamon’un annesi olduğu düşünülüyor. Mısır’ın eski eserlerden sorumlu bakanı, mezarın Tutankamon’un ailesine ait bir kişinin kalıntılarını barındırdığını düşündüğünü, ancak bu kişinin Nefertiti olup olmadığı konusunda görüş bildirmeyeceğini söyledi. Eğer gerçekten de gizli bölmeler Kraliçe Nefertiti’nin mezarını saklıyorsa, bunun 21.yüzyılın en büyük ve önemli arkeolojik buluntusu olacağı düşünülüyor, bazı kişiler de Tutankamon’un mezarının aslında “Büyük Kraliçe” için yapıldığını konuşuyor.


Keşif, mezarın içeriğini ortaya çıkarmak amacıyla Japonların yürüttüğü bir radar çalışmasıyla yapıldı. Araştırmacılar bu ayın sonunda daha detaylı bir araştırma yapacak ve boşlukların kesinlikle gizli oda olup olmadığını ortaya çıkaracak. Taramalar olumlu bir sonuç ile geri dönerse, araştırma ekibi nasıl ve ne zaman gizli odalara gireceklerini tartışacak.


Mısır’ın eski eserler bakanı ve bir mısır bilimci olan Mamdouh Eldamaty, “%90’dan fazla bir ihtimalle gizli odaların orada olduğunu söyleyebiliriz” diyor. “Ancak %100 emin olmadan sonraki adımı atmayacağım”.


Mısır’ın Luxor kentindeki mezar, İngiliz Arkeolog Howard Carter tarafından yönetilen bir ekip tarafından 1922 yılında bulunmuştu.



Tutankamon'un Mezarındaki Gizli Bölme

ExoMars projesi Kızıl Gezegen’i keşfetmeyi amaçlıyor. Birkaç hafta içerisinde iki uzay mekiği uçmaya hazır hale getirilecek.


‘İstikamet Mars’ programı sene boyunca bu çalışmaları ekranlarınıza getirecek.


Jorge Vago, AUİ ExoMars Projesi, Bilim Adamı: “Ben Jorge Vago, Avrupa Uzay İstasyonu’nda ExoMars Projesi’nin bilim adamlarından biriyim.


“Mars soğuk bir çölü andırıyor ve atmosferi çok ince… İçinde kozmik radyasyon yağmurları ve yoğun mor ötesi ışık bulunuyor. Pek de gitmek istediğiniz bir yer değil.’‘


‘‘Mart ayında Rus Proton roketi ilk uzay mekiğimizi gönderecek.

Amacımız Mars’taki metan gazının sırrını keşfetmek. İkinci uzay mekiği de, üzerinde bir arazi aracı ve çok işlevli bir aygıtla birkaç sene içerisinde hazır hale gelecek.’‘


‘‘Exomars arazi aracıyla bu gezegendeki yaşam belirtileri araştırılacak. Bu araç Mars’ta ince toz bulutu ve kayalarla mücadele edecek. Bu görevde toz bulutu bizi epey zorlayacak.’‘


‘‘Bu, teknik ve bilimsel açıdan çok zor bir görev. Ayrıca programlama konusunda iki ayrı uzay ajansı Kızıl Gezegen üzerinde birlikte çalışacak.’‘


Kaynak: Avrupa Uzay Ajansı



Rota Mars

60 saatlik görev için 10 yıl yol gitmişti…


Avrupa Uzay Ajansı (ESA), yıllar süren çalışmaların ardından ilk kez bir kuyruklu yıldıza gönderilen keşif aracı Philae’ye veda ediyor.


Güneş panelleri gölgede kaldığı için bataryası şarj olmayan Philae ile 9 Temmuz’dan beri irtibat kurulamıyordu.


Alman Havacılık ve Uzay Merkezi’nden (DLR) yapılan açıklamada “Maalesef, Philae ile DLR Kontrol Merkezi’ndeki ekip arasında iletişim kurulma ihtimali sıfıra yakın. Philae’ye bundan böyle komut göndermeyeceğiz” dedi.


Philae’yi taşıyan uzay aracı Rosetta 2 Mart 2004’te Fransız Guyana’sındaki uzay üssünden fırlatıldı. Ağustos 2014’te Çuri olarak tanınan 67P/Churyumov–Gerasimenko adlı kuyruklu yıldızın yörüngesine girdi.


Philae ise 12 Kasım 2014’te Rosetta’dan ayrılarak Çuri’ye zorlu bir iniş yaptı. Fakat bulunduğu konum yeterli güneş ışını almadığı için keşif aracı 5 saat sonra uyudu.


Haziran ayında uykusundan uyanan Philae topladığı bilgileri Rosetta aracılığıyla bizimle paylaştı.


Keşif aracından gelen sinyaller Rosetta misyonuna yıllarını veren ekibi umutlandırmıştı.


Uzmanlar tozla kaplı olduğunu tahmin ettiği Philae’nin eksi 180 derecelik bir ortamda çalışmasının mümkün olmadığını, Çuri’nin de giderek Güneş‘ten uzaklaştığını söylüyor.


Bu nedenle Philae ile iletişime geçme umutlarını yitiren bilim insanları, halen Çuri’nin yörüngesinde olan Rosetta’nın, yaz aylarında kuyruklu yıldıza yaklaşarak keşif aracının son görüntülerini göndermesini bekliyor.


Kaynak: http://livestream.com/ESA/cometlanding



Hoşçakal Philea

160208124241_1_540x360


Beyin makinası arayüzü, beyin kan damarlarının içine implante edilen  stent temelli elektrottan (stentrod) oluşan cihaz , preklinik çalışmalarda gösterildiği şekilde dış iskelette bulunan kolların hareketinden veya biyonik kolların kontrolündeki nöral aktiviteyi kaydedebiliyor.  Yeni cihaz küçük bir ataç boyutunda ve ilk insan implantasyon denemesi, 2017 yılında Royal Melbourne Hastanesi’nde gerçekleştirilecek. Katılımcılar, Austin Health Victorian Spinal Cord Ünitesi’nden seçilmesi umuluyor. Nature Biotechnology’de yayınlanan sonuçlara göre, cihaz beyin motor korteksinden açık beyin ameliyatı ihtiyacı olmadan yüksek kalitede sinyaller vermektedir. Başyazar, Royal Melbourne Hastanesi’nde nörolog, Melbourne Üniversitesi ve Florey Enstitüsü Nörobilimler Araştırma görevlisi  Dr. Thomas Oxley, stendrodun devrim niteliğinde olduğunu söyledi. Dr. Oxley: “Stentrodun geliştirilmesi, Royal Melbourne Hastanesi, Melbourne Üniversitesi ve Florey Enstitüsü Nörobilim ve Akıl Sağlığı liderlerini tıbbi araştırmada bir araya getirdi. Toplamda 16 bölümden 39 akademik bilim insanı bu cihazın geliştirilmesinde yer aldı.” dedi. Dr.Oxley: “Dünyanın en minimal, yüksek riskli açık beyin ameliyatı yerine basit bir prosedürle beyindeki kan damarına implante edilebilen invazif cihazı üretebildik. Bizim görüşümüz, beyin aktivitesini kaydederek ve elde edilen sinyalleri elektriksel komutlara çevirerek tamamen felçli hastalara fonksiyon ve hareket kabiliyetini geri vermektir.  Elektriksel komutlar da kolların hareketini dış iskelet gibi harekete yardımcı bir cihaz sayesinde gerçekleştirecektir. Aslında bu bir biyonik spinal kordur.” dedi.


İnme ve spinal kord(omurilik) yaralanmaları 50 kişiden 1’inde sakatlığa neden olmaktadır. Avustralya’da 150.000 kişi inme sonrası ve 20.000 kişi spinal kord yaralanması sebebiyle (tipik 19 yaşındaki erkek hasta da buna dahil) ağır bir biçimde sakat kalmıştır. Yardımcı araştırmacı ve Melbourne Üniversitesi’nde biyomedikal mühendis olan Dr. Opie, fikirin implante kardiyak kalp pili ile benzer olduğunu söyledi. Kalp pilinde damara yerleştirilmiş sensörler kullanılarak dokuyla yapılan elektriksel ilişki farklı olarak beyinin içinde gerçekleştirilmektedir. Dr. Opie : “Stent teknolojisinden yararlanarak, elektrod dizimiz damar iç duvarına yapışabilmek için kendi kendine şişiyor. Kaydedilmiş nöral sinyallerin ayıklanmasının ardından, bu sinyalleri tekerlekli sandalyelerin, dış iskeletin, protez kol veya bilgisayarların komuta edilmesinde kullanabiliriz. İki sene içerisinde başlayacağını umduğumuz ilk insan denemelerinde, felçli üç hastanın dış iskelet hareketini doğrudan beyin kontrolü ile sağlamada başarılı olabilmeyi ümit ediyoruz.” dedi. “Günümüzde dış iskeletin; yürüme-durma, başlama, durma, dönme gibi birçok unsur arasında manuel joystick ile geçişler yapılarak kullanımı sağlanabiliyor. Stentrod ise böyle cihazların içinde doğrudan düşünce kontrolüne olanak sağlayan ilk cihaz olacaktır.” diye ekledi Dr. Opie. Florey’de nörofizyolog  Prof. Dr. Clive May, preklinik çalışmalardan elde edilen verilere göre cihaz implantasyonunun uzun dönemde kullanım için güvenli olduğunun altını çizdi. “Preklinik çalışmalarımıza göre, beyin aktivitesini  birkaç ay boyunca başarılı bir şekilde kaydedebildik. Cihaz dokuya yerleştirildiğinde, kayıtların kalitesi de arttırıldı.” dedi. “Çalışmamız ayrıca cihazı yüksek riskli açık beyin ameliyatına göre minimal düzeyde invazif olan anjiyografi ile implante etmek etkili ve güvenli olduğunu gösterdi..Beyin-bilgisayar ara yüzü, felce ve bu tip durumlara maruz kalmış kişilerin hastalığın üstesinden gelmeleri için devrim niteliğinde bir cihaz olma potansiyelini taşıyor.” Melbourne Üniversitesi ve Royal Melbourne Üniversitesi Tıp ve Nöroloji Bölümlerinin Anabilim dalı başkanı Prof. Dr. Terry O’Brien;  “Beyine zarar vermeden uzun süreler için beyin dalgalarını kaydedebilen cihaz üretebilmek modern tıp için harika bir gelişmedir. Bu cihaz spinal kord yaralanmalarının yanı sıra epilepsi, Parkinson ve diğer nörolojik bozukluğu olan kişiler için potansiyel bir kullanıma sahip olabilir.”


Kaynak: http://www.sciencedaily.com/releases/2016/02/160208124241.htm



Felçli İnsanlar İçin Devrim Niteliğinde Cihaz

Gunluk-Hayatimizda-Radyasyon-00


https://www.youtube.com/watch?v=l93naDmFgzE



Radyasyon, elektromanyetik dalgalar veya parçacıklar biçimindeki enerjinin emisyonu  veya aktarımıdır. Bilindiği gibi maddenin temel yapısını atomlar meydana getirir. Atom ise, proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdek ile bunun çevresinde dönmekte olan elektronlardan oluşmaktadır. Eğer, herhangi bir maddenin atom çekirdeğindeki nötronların sayısı, proton sayısına göre oldukça fazla ise bu maddeler kararsız bir yapı göstermekte ve çekirdeğindeki nötronlar dönüşerek β- (negatron) yayarlar. Eğer protonlar, nötronlardan fazla ise protonlar dönüşerek β+ (positron) yayarlar. Atom çekirdeğinden ayrılan nöronlar ve protonlar kararlı olmayan atom çekirdeği gama (γ) ışını yayar. Ağır çekirdekler alfa(α) ışını(helyum çekirdekleri) yayabilir veya fizyon reaksiyona maruz kalabilirler. Bu tepkimelere maruz kalarak parçalanan maddelere ‘radyoaktif madde’, çevreye yayılan alfa, beta ve gama gibi ışınlara ise ‘radyasyon’ adı verilmektedir.


Günlük hayatımızda bazıları doğal yollarla oluşmuş bazıları ise insanlar tarafından üretilen (yapay) radyoaktif maddelere maruz kalırız. Bunların başlıca örnekleri arasında her gün yediğimiz yiyecekler, içtiğimiz içecekler, yaşadığımız bina, toprak ve su gelir. Radyasyon bir kaynaktan dalga ya da parçacık halinde salınan enerji biçimidir ve etkileri en az anlaşılmış tehlikelerden birisidir. İşte her gün maruz kaldığımız radyoaktif maddelerin bir kısmı:


1) Güneş


Maalesef yaz ayları sandığımız kadar masum değildir. Güneşten gelen fotonlar, iyonlaştırıcı özelliği düşük enerjili fotonlar olsa da bazıları daha büyük enerjili ve iyonlaştırıcı özelliğe sahip ultraviyole ışınlarından oluşur. Güneş ışınlarına uzun süre maruz kalınması sonucunda ciltte oluşan güneş yanıkları cilt kanserine sebep olabilir.


2) Işınlanmış Besinler


Besinlerin raf ömürlerini artırmak ve içindeki mikroorganizmaları yok etmek amacıyla uygulanan işlemler besinlerin içindeki iyonlaşma enerjisini açığa çıkarır. Bu işleme elektronik pastörizasyon denir. Toplum sağlığı açısından Koli basili ve Listeria gibi hastalıkların yayılmasını önleyen bu yöntem maalesef her geçen gün daha fazla radyasyona maruz kalmamıza neden olmaktadır.



İnsanlar zaten doğadan belli miktarda radyasyon alıyor. Uçak seyahati, rutin çene ve diş röntgenleri; MR, tomografi gibi yollardan da radyasyon alıyor. Uçus rotasına göre 40 bin feet yükseklikteki bir uçuş saatte 3 ile 9 milisievert radyasyona yol açıyor.

Genel olarak bir insan bir yılda hava ve topraktan 1 ile 10 milisievert radyasyon alıyor.

Tüm vücudun bilgisarlı tomografisi 20-30 milisievert, tek bir organ tomografisi 10 milisievertten az radyasyon alıyor. Radyasyonda Sievert birimi kullanılmakta ve bir insan dokularından emilen miktarı belirtiyor. Bir sievert=bin milisievert ediyor.

ABD Çevre Koruma Kurumuna göre milisievert birimiyle farklı radyasyon seviyeleri ve bunun insan sağlığı üzerinde muhtemel etkileri şöyledir:

50-100 milisievert radyasyona maruz kalmak kanın kimyasını bozuyor.

500 milisievert:  Saatler içinde bulantıya yol açıyor.

700 milisievert: Kusma

750 milisievert: 2-3  hafta içinde saç dökülmesi

900 milisievert: İshal

1 000 milisievert: Kanama

4 000 milisievert: Tedavi uygulanmadıysa 2 ay içinde muhtemel ölüm.

10 000 milisievert: Bağırsaklarda tahribat, iç kanama, 1-2 hafta içinde ölüm.


 


3) Radyasyon İçeren Doğal Besinler


Bu grubun en başında hepimizi şaşırtacak olan muz gelir. Muz potasyum yönünden çok zengin bir meyvedir. Potasyum izotop karışımıdır ve Potasyum-40 izotopu radyoaktiftir. Potasyum-40 içeren diğer besinler patates, havuç, kırmızı et, fıstık ezmesi, patates cipsidir ve bu besinler radyoaktiftir. Havuç ve patates Radon-226 içerir.


 


4) Cep Telefonları ve Bilgisayarlar


Yapılan araştırmalara göre cep telefonu ve bilgisayar kullanımı ile yüksek dozda radyasyona maruz kalıyoruz. Vücut ve beyin cep telefonlarının yaydığı radyasyonun yarısını emiyor ve bu radyasyonlar sebebiyle beyin hücrelerimiz ölmeye başlıyorlar. Bunlara ek olarak bağışıklık sistemini onaran kan hücrelerinin, saç köklerinin ve üreme hücrelerinin zarar gördüğü söylenmektedir.


5) Duman Detektörleri


Hemen hemen her otel odasında, dersliklerde ve hayatımızın daha birçok alanında kafamızı tavana kaldırdığımızda gördüğümüz duman detektörleri, içlerinde yüksek miktarda radyoaktif madde içermektedirler. Yenmeyip, teneffüs edilmedikçe yüksek risk oluşturmaz fakat içerdiği radyoaktif maddelerden dolayı ortadan kaldırılma yöntemlerine çok dikkat edilmelidir.


Gunluk-Hayatimizda-Radyasyon-02


6) Uçak Yolculukları ve Güvenlik Kontrol Tarayıcıları


Hava limanlarında güvenlik kontrolü amacıyla yapılan taramalarda alınan radyasyona bakıldığında her ne kadar fazla gözükmese de eğer alışveriş merkezleri ve bu gibi alanlarda fazla bulunuyorsanız, sağlığınız için tehlikeli olabilirler. Aynı şekilde uçak yolculuklarında da uçuş sayısı arttıkça maruz kalınan radyasyon oranı da artmaktadır. Yaklaşık 40000 feet yüksekte uçan bir uçak için ortalama olarak saatte 5µSv’lik bir radyasyona maruz kalınır.


Yukarıda da okuduğunuz gibi günlük hayatımızda farkında olarak ya da olmayarak birçok şekilde radyasyona maruz kalıyoruz. Bunları en aza indirgemek için elektronik cihazları kullanırken dikkat etmeli, bronzlaşmak için saatlerce güneşin altında kalmamalı ve yediğimiz, içtiğimiz, kullandığımız her şey hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya çalışmalıyız.


Kaynaklar


Radyasyon ve Biz, Erişim Tarihi: 06.03.2016, http://www.taek.gov.tr/ogrenci/r05.htm


Radioactive Materials, Erişim Tarihi: 06.03.2016, http://www.nuenergy.org/radioactive-materials-are-used-in-our-daily-lives/


Radyasyon nedir? Erişim Tarihi: 01.03.2016,http://www.nukte.org/prof_dr_dogan_bor-radyasyon_nedir


10 Radioactive Products Everyday Items that Emits Radiation. Erişim Tarihi: 29.02.2016, http://chemistry.about.com/od/nucleardecay/ss/10-Radioactive-Products-Everyday-Items-That-Emit-Radiation.htm#step4



Günlük Hayatımızda Radyasyon

MARI themes

Blogger tarafından desteklenmektedir.